Öze dönüş: Kadın özgürlükçü, demokratik, ekolojik paradigma

img
ANKARA - Özgür toplumun insanın özüyle buluşturulmasıyla mümkün olabileceğini vurgulayan tutsak Elif Çetinbaş, "Yabancılaşma öze ihanettir. Kadın özgürlükçü, demokratik, ekolojik paradigma aynı zamanda 'öze dönüş' demektir" dedi. 
 
Dünyanın her yerinde kadınlara, halklara, inanç ve doğaya dair sorunlar tartışılıyor. İçerisinde bulunduğu krizli hali restorasyon ve savaşlarla aşmaya çalışan kapitalist modernite ve ulus devletin büyütüp, derinleştirdiği bu sorunlar kanayan yaraya dönüşüyor. Ortadoğu, Asya ve Afrika ekseninde yoğunlaşan savaşlar nedeniyle bölgelerde istikrarsızlık derinleşiyor. Dünyanın birçok yerinde ezilen ve sömürülen kesimlerin, tüm bu sorunların çözümüne ilişkin “parçalı” mücadeleleri de sürüyor. PKK Lideri Abdullah Öcalan ise Kurdistan ve Ortadoğu başta olmak üzere dünyadaki tüm krizlere “Kadın özgürlükçü, ekolojik ve demokratik paradigma” ile bütünlüklü bir bakış getirip, var olan sisteme bir alternatif ve çözüm sunuyor. Uzun yıllardır Sincan Kadın Cezaevi’nde tutulan kadın tutsaklar, söz konusu paradigmaya dair sorularımızı yanıtladı. 
 
Tutsak Elif Çetinbaş'ın “Öze dönüş; kadın özgürlükçü, demokratik ekolojik toplumun mümkünlüğü" başlığı altında yönelttiğimiz sorulara verdiği yanıtlar şöyle: 
 
Neolitik devrimin toplumsal değerlerinin, güçlü yaşatıldığı bir coğrafyada yaşıyoruz. Ancak toplumun tarihsel değerlerinden uzaklaştırıldığı, bu değerlerin yaratıcısı kadınlara yönelik saldırıların her geçen gün arttığına tanıklık ediyoruz. Bu saldırıların neden ve amacı nedir?
 
 
 Yaşadığımız coğrafya insanlık tarihine beşiklik etmiş, toplumsal değerlerin yaratıldığı ve büyütüldüğü bir coğrafyadır. Ve bu değerler kadının aklı, hissi duyarlılığı, gözlem gücüyle hayata geçirildi.
 
Şüphesiz ki bu saldırılar, “arkaik erkeksi haller” dediğimiz, kadın yaratıcılığı ve gücüyle baş edemeyen erkeğin, kaba kuvvet, şiddet ve her türlü saldırganlığa başvurma halinin günümüzdeki yansımasıdır. Belirttiğiniz gibi yaşadığımız coğrafya insanlık tarihine beşiklik etmiş, toplumsal değerlerin yaratıldığı ve büyütüldüğü bir coğrafyadır. Ve bu değerler kadının aklı, hissi duyarlılığı, gözlem gücüyle hayata geçirildi. Bu yüzden bu döneme kutsallık atfedilerek Ana Tanrıça dönemi de denmektedir. Yaşamı kuran ve onu sahiplenen ana-kadın, doğalında yaşamın ekseniydi de dolayısıyla yaşam onun etrafında örgütleniyordu. Sayın Abdullah Öcalan’ın da dikkat çektiği gibi; Neolitik toplum, ana-kadının ellerinde, yüreğinde ve zihninde gerçekleşti. Gerçekten de bugün insanlık tarihine mal edilmiş ne varsa; tarımsal, zanaatsal buluş-icatlardan tutalım da barınma, ulaşım, yönetim ve inanç alanına dek devrim niteliğindeki tüm gelişmelerin mucidi ve mimarı kadındır. Neolitik dönemde kadın eliyle yaratılan bu bilimsel buluş-icatlar ve yaşamı belirleyen yasalar (kurallar) “104 me” olarak bilinir. Hatta bu konu destanlara bile konu olmuştur. Tabletlere kazınmış destanın en kısa özeti şöyledir: Kurnaz ve gaspçı Tanrı Enki, Uruk Tanrıçası İnanna’nın “104 me” sini çalar! İnanna da kendisinden çalınan bu değerleri geri almak için muazzam bir mücadele verir, bedel öder. Kadınlar hala kendisine ait olanı almanın mücadelesini verir! Fakat kadının öncülük ettiği Neolitik dönemde kendiliğinden (doğalında) oluşmuş bir yönetim şekli, ihtiyaç çerçevesinde paylaşılmış bir iş bölümü dolayısıyla baskıcı olmayan ve eşitlikçi ayrıca tamamen özgür düşünceye dayalı, ahlaki değerlerle güven altına alınmış bir toplum yapısı ortaya çıkmıştır. Kadının öncülük ettiği ve yönettiği hiyerarşi ve iktidar kendine yer bulamamış. Bundan dolayı da “güç” yönetimine dönüşmemiştir. Zira tüm süreçlere erkek de dahil edilmiş ve onlarla birlikte yönetilmiştir. Ne zaman ki ahlak diğer etkenlerle birlikte işlevini yerine getiremez oldu mülk edinme başladı. Bir örnekle belirtmek gerekirse; doğal toplumda avcı (erkek) getirdiği avı (diğer her şeyde olduğu gibi) herkesle paylaşmak zorundaydı. Bu konuda yaptığı en küçük kurnazlık bile (en büyük veya en güzel parçayı kendine almak gibi) ölüme terk edilmek anlamına gelen “klandan atılma” ile cezalandırıldı. Ahlak, cezalandırmadan geçince mülk edinme başladı. Cezalandırılmaya avcı (erkek) yandaş buldu ve kötüyü örgütledi. Böylece mülk edinmeyle başlayan zincirleme kötülük zaman içinde devlet, ordu ve din gibi kadının düşmanı olan erkek tekellerini oluşturdu. “Erk-eklik” erkekler arasında öğretilen ve örgütlenen bir sisteme dönüştü. Ahlak zayıflatıldı, değerler nesneleştirildi, meta ve ihtiyaçlar akıldan uzaklaştırılarak fetişleştirildi. Kadının kazma-küreğinin yerini erkeğin sabanı aldı. Artı ürün fazlalaştı, birikti bu birikim de bugünkü kadın düşmanı kurumları tabiri caizse palazlandırdı, saldırganlaştırdı.
 
Sorunuzun cevabına gelecek olursak, tüm bu saldırıların sebebinin korku olduğunu söyleyebilirim. Kadının tarihsel yaratıcılığı ve özgücünden duyulan korku! Sadece Türkiye gerçekliğine baktığımızda bile bunu anlayabiliriz. Sistematik ve orantısız bir biçimde uygulanan öldürme, sindirme ve her türlü şiddete karşı kadınlar her gün alanlarda, sokaklarda, dağlarda, zindanlarda bir adım bile geri atmadan mücadelenin sesini yükseltiyorlar. Doğrusu böylesi bir korkusuzluktan kopmamak abes olurdu! Saldırganların korkusu kadınların öz gücüne kavuşmasından kaynaklanan korkudur. Çünkü “mahremleştirerek istismar ettikleri” artık deşifre edildi. Kadınlar buna “özel olan politiktir!” ile cevap veriyor. Bütün kadın düşmanları korkuyor, bu da korku duyan her canlının verdiği reflekse sebep oluyor; saldırı!
 
Demokrasi, ekoloji ve kadın özgürlüğünün birbirleriyle nasıl bir bağlantısı var?
 
Başta da belirttiğimiz gibi yaşamın ilk belirleyicisi yani toplumun kurucuları kadınlardır. Araştırmalar, bu ana-kadın yanlı dönemde ayrımcılık yapılmadığının dolayısıyla sınıf, hiyerarşi ve iktidar gibi grupların oluşmadığını ortaya koymuştur. Kendi ihtiyaçlarını belirleyip kendi sorunlarını çözmede tam katılım sağladıkları için bu dönem oldukça demokratiktir diyebiliriz. Ayrıca günümüz insanı gibi kendisini doğanın efendisi ve merkezinde görmediklerinden doğa ile uyumlu ve iç içe yaşarlardı. Yani, kendilerini doğanın çemberinde bir halka olarak görürlerdi. Doğadan beslendikleri ve her şeylerini doğada elde ettikleri için doğayı korur, kirletmez ve sürdürülebilirliğini esas alırlardı. İlk toplumsallık yaratılan bu doğa hassasiyeti çeşitli dönemlerde de birer kural-kaide olarak kabul edilmiş, uygulanmış kimisi ise, günümüze dek gelmeyi başarmıştır. Örneğin; Zerdüşt inancı “toprağı incitmeyin” derken Medler, “dereleri kirletmeyin” uyarısında bulunur. Günümüzde de “ağaçların canı var kesmeyin” ilkesi Kürtlerde hala yaşatılıyor. Hatta Kürtler özellikle yaş ağaçların kesilmesini uğursuzluk sayarlar.  Animizmin güçlü dokusunda gördüğümüz bu inanca göre; yaş ağaç kesen biri yakın ailelerinden birini (ama genç birini) kaybeder! O yüzden ağaçlar kolay kolay kesilmez. Günümüzde yapılan ağaç katliamları, suya (doğal kaynaklara) zehir katılması, maden arama adı altında toprağın ruhunun öldürülmesi gibi can yakıcı sonuçlara baktığımızda bile o dönemin doğa hassasiyeti tamamen ekolojikti diyebiliriz. Tabii ki o dönemin öncüleri, yaşam kurucuları, kadınlar, tüm bunları özgür irade, güçlü gözlem gücü ve sağduyulu bir akılla yapıyordu. Gözlemliyor, deneyimliyor, yaratıyor ve paylaşıyordu. Muazzam bir kültür çağı yaşanmasını sağlayan kadın dil devrimine de eş zamanlı olarak öncülük etmiştir. 
 
 
Özgür olmayan toplum demokratik, demokratik olmayan toplum da sağduyulu ve ekolojik olamaz. Hem içerik hem de kapsam bakımından birbirleriyle bağlantıları doğru yaşamın şifresi gibi biri olmadan yekdiğeriyle amaca ulaşılmaz.
 
Martin Heideger; “Varlığın evi dildir” der. Kadınların kendi evinde oluşturdukları dilin penceresinden konumuzla bağlantılı birkaç kelimeye bakacak olursak, dil ve yaşam arasındaki diyalektiği görebiliriz. Demokrasinin yaşatıldığı bu dönemin ana damarı komünalitedir. Kelimenin kökü olan “kom-“ Kürtçede topluluk, grup gibi tam da amacına hizmet eden anlamlara gelir. Dilin, yaşamın yansıması olarak geliştiğinin çarpıcı bir örneği ise “Jin (kadın)” ve “Jîn-Jîyan (yaşam)” kelimelerine aynı kökenden gelmesinde görüyoruz. En kısa ve net tabirle, yaşamın kaynağının kadın olduğunu ifade eder. Azad (özgür) kelimesine baktığımızda da benzer çarpıcılıkta bir kök-kaynakla karşılaşırız. “A-‘’ Kürtçede yönelme halidir. “-za” ise doğmaktır. “-zad” olarak ele aldığımızda kişiye işaret etmiş oluruz. Bu da “kendini doğuran kişi” anlamında gelir ki bu anlam bence özgürlüğün en güzel ifadesidir. Diğer yandan ekoloji denince ilk akla gelen kelime olan doğa da böylesi özüne uygun bir içeriğe sahiptir diyebiliriz. Doğa kelimesinin Kürtçedeki karşılığı “xweza” dır. “xwe” kendi demekken “-za” yukarıda da belirttiğimiz gibi doğmak demektir. Bu haliyle kelime, kendini doğurmak anlamına gelir. Doğa, gerçekten de her zaman kendini doğurmaz mı? Doğrusu genel bir çerçeveden baktığımızda bile bütün bu kelimelerin kökdeşliğinde aradığımız özdeşliği bulabiliriz. Yani yaşamın kurucusu, “kadınların özgür olmadığı toplum özgür olamaz!” dolayısıyla özgür olmayan toplum demokratik, demokratik olmayan toplum da sağduyulu ve ekolojik olamaz. Görüldüğü gibi bu kelimelerin hem içerik hem de kapsam bakımından birbirleriyle bağlantıları doğru yaşamın şifresi gibi biri olmadan yekdiğeriyle amaca ulaşılmaz.
 
Demokratik, ekolojik, kadın özgürlükçü toplum inşası mümkün müdür?
 
Bu soruya, bu paradigmanın yaratıcısı Sayın Abdullah Öcalan’ın sözü ile cevap verecek olursam, 'Unutmamak gerekir ki, büyük ütopyalar olmadan büyük yaşam pratikleri gerçekleştirilemez!' İnsanlığın başına bela olan kapitalizme çözüm olarak ortaya konan ütopya bugün büyük yaşam pratikleriyle ve yine kadın öncülüğünde Rojava’da bütün insanlık için umut olmuş, dahası mümkünlüğünü ortaya koymuş durumda. 
 
 "Rojava Kadın Devrimi"nin dünya kadınları tarafından heyecanla karşılandığını görüyoruz. Bu kadar yaygınlaşması ve karşılık bulmasının ana nedenleri nelerdir?
 
 
Kadınlar bu uzun mücadele döneminde epey bir yara aldılar. Acılarını dindirecek, yaralarına merhem olacak bu ilacı birbirlerine duyurmak, buna sahip çıkmak da kadınca bir hareket. 
 
Bu sorunuz aklıma çölde susuzluktan kavrulan bedevinin vaha ile karşılaşmasını, kurak toprağın su ile buluşmasını getirdi. Dünyada bulunan yedi kıta ve bu kıtaların üzerinde bulunan tüm ülkelerde, yönetim şekli fark etmeksizin (az ya da çok) kadın sorunu vardır. Kadınlar; dini, dili, ırkı eğitim düzeyi, statüsü ne olursa olsun sırf kadın olmaktan kaynaklı cinsiyet ayrımcılığı ve türlü eşitsizliğe maruz kalıyorlar. Binlerce yıldır patriarkal sistemin imha, inkar ve zulmüne karşı ayakta kalma mücadelesi veriyorlar. Tarihsel rol ve misyonlarını kaybettiklerinden beri ilk defa kendi zihni ve ruhuyla yani özüyle uyumlu bir yaşam projesi ile karşılaşmışlar, kendilerini ifade edecekleri, var edecekleri özgür, eşit ve ekolojik bir yaşamın pratik hayatta tezahürünü görmek haklı bir heyecan yaratmıştır. Kadınlar bu uzun mücadele döneminde epey bir yara aldılar, acı çektiler. Acılarını dindirecek, yaralarına merhem olacak bu ilacı birbirlerine duyurmak, buna sahip çıkmak da kadınca bir hareket. Yaygınlaşması ve kısa zamanda böylesine karşılık bulmasının ana sebebi de işte bu: Kadınların birbirlerinin yarasına merhem olma çabasından, birbirlerini şifalandırma gayretinden kaynaklanıyor diyebiliriz. Yani kadınlar bunca yıllık yok edicilikten sonra çölde vaha ile karşılaştılar. Artık “kanaya kanaya” değil, kana kana bu hayat suyunu içebilirler. 
 
"Rojava Kadın Devrimi" toplumlar, kadınlar tarafından sahiplenilirken egemenlerin ve onların güdümündeki paramiliter yapıların ise hedefinde. Bu saldırıların nedeni, asıl amaç nedir? Nasıl bir savunma geliştirilmeli? 
 
Egemenlerin bütün varlığı kadının köleleştirilmesi ve mülkleştirilmesi temeline dayanır. Rojava Kadın Devrimi bu temeli sarsmak değil tümden yıkmak üzere hayata geçirilmiş bir projedir. Egemenlerin varlığını ciddi şekilde tehdit ettiği için de doğrudan hedeftir diyebiliriz. Kapitalizmin kurucusu modern Enkiler olan bu egemenler, eskiden toplumları toplulukları yok etmek üzere programlar yapar ve hayata geçirirlerdi. Günümüzde ise medyanın da gücünü arkasına alarak tek tek kişilerle “oynuyor”-uğraşıyor. Kişileri teslim alarak bireyciliği dayatıyor. Toplumu parçalıyor, insani ilişkilerini zedeleyerek; sorumsuz, duygusuz ve duyarsız “modeller” yaratıyor. Böylece toplumun özünü bozuyor. İnsanın insanla, insanın doğayla olan ilişkisini koparıyor. Tohumun dahi özünü bozan bu zihniyetle mücadele etmenin en etkili yolu ise onu kendi silahıyla vurmak! Yani tek tek insanlarla iletişime geçip, toplumsal örgütlemeyi tam anlamıyla sağlamaktır. Buna “toplumu toplumla kurtarmak” ya da insanı kendi özüyle buluşturmak da diyebiliriz. Tüm kesimden insanların kendi farklılıklarının zenginlik olduğu bilinci ile hareket ederek ve bu yekdalığı (biricikliği) korumalarını sağlayarak kendilerini geliştirebilecekleri ve kendi kendilerine yönelebilecekleri düzeye gelmelerinin önünü açarak ekonomik, sosyal ve siyasal tüm alanlarda egemenin hükmünü ortadan kaldırabilecekleri öz güç ve potansiyelin ortaya çıkmasını sağlamak gerekir. Yani tek tek örgütlemeyle yaşamı yeniden ve hep birlikte örme ve buna sahip çıkma ile en doğru savunma yapılmış olacaktır.  
 
Bu devrim kadın hareketleri tarafından “öze dönüş” olarak tanımlanıyor. Bu durumun sorunlar yumağına dönüştürülen Ortadoğu’ya etkisi ne düzeydedir, bunu genele yaymak ne ölçüde mümkündür? 
 
 
 Bu paradigmanın potansiyeli özgür insanlar yaratmak olduğu için “özgürlüğün en çok kısıtlandığı yer” olarak tanımlanan Ortadoğu’da bile hayata geçirilebildiğini gördük. Zira bu topraklar bu yaşamsallığın ana yurdudur.
 
Rojava Kadın Devrimi’nin 'öze dönüş' olarak tanımlanması en doğru tanımdır. Zira Sayın Abdullah Öcalan, '…insanlığın geçmişi daha gerçektir. Ona saygılı olacağım ve yaşamı orada arayıp bulacak ve yeniden başlatacağım' demişti. Bu paradigmayı ilk toplumsallığa bakarak ve en ince detayın dek inceleyerek oluşturduğunda esasında yapılması gerekenin tamamen 'öze dönüş' olduğunu özellikle belirtmiştir. Bütün bu bozulmaların sebebi aslında toplumun kendi özünden uzaklaşması, doğaya yabancılaşmasından kaynaklanıyor. Yabancılaşma en açık ifade ile öze ihanettir. Bugün Ortadoğu’nun böylesine kaos içinde olmasının sebebi belki de özünden uzaklaşmasındandır. Sizin de belirttiğiniz gibi Ortadoğu sorunlar yumağına dönüşmüş durumda. Fakat ortada sorun varsa özgür insan potansiyelinin de ortaya çıkması gerekir. Bu paradigmanın potansiyeli özgür insanlar yaratmak olduğu için her yerde hatta 'özgürlüğün en çok kısıtlandığı yer' olarak tanımlanan Ortadoğu’da bile hayata geçirilebildiğini gördük. Zira bu topraklar bu yaşamsallığın ana yurdudur. Dolayısıyla bu paradigmanın hayata geçirilmesi demek aynı zamanda 'öze dönüş'tür de. Ortadoğu’yu etkisi altına alan bu paradigmanın hayata geçirilmesi ve yaygınlaşması da diğer örnek ve olasılıklardan çok daha güçlüdür. Örneğin, 'Demokratik, Ekolojik, Kadın Özgürlükçü Toplum Paradigması' diğer sosyalist partilerden bile farklıdır. Farkı; dar sınıf yaklaşımlarından uzak, örgütlenmesi güçlü, işleyişi tamamen demokratik bir sistem gerçeğine dayanmasıdır. Dolayısıyla cephe örgütlenmesi olarak sistemin mezhebi olmaya yatkın bir örgüt modeli olma riski taşımaz. Tabandan tavana örgütlenme ve işleyiş modeli ile karar alma mekanizmalarının tamamen halktan oluşmasını sağlar. Baba İshak’ın 'Dünya mülkü halkındır' sözünü düstur edinip, halkın esas güç olduğu demokratik bir toplumu ortaya çıkarmayı amaçlar. Yani 'sınırlı demokrasi' ile 'ağza bir parmak bal çalmak' değil radikal demokrasiyle, halkın olanı halkla ve doğaya uyumlu bir şekilde tam anlamıyla paylaşmaktır. 
 
Dünyaya örnek oluşturacak, var olan sistemin krizini çözecek yegane proje budur. Devletli toplum ve onun son versiyonu olan kapitalizm beş bin yılda kendi ile birlikte tüm değerleri de yok edecek düzeye gelmişken ilk komünal toplumsallık on binlerce yıl ayakta kalmayı başarabilmiştir, hem de tüketip yok etmeden. Bugün Rojava’da on binlerce yıllık komünal yaşamdan ilham alınarak bir ilki gerçekleştirildi. Rojava Kadın Devrimi heyecan yarattı, umut oldu ve bu umudun dünya geneline yayılması da doğru inşa ve örneklerle mümkündür. En kısa zamanda bu örneklerin çoğalması, Dünya Demokratik Uluslar Birliği’nin oluşması dileğiyle.
 
Yarın: Ekolojik toplumun özü doğayla doğru temelde bütünleşmedir 
 
MA / Dicle Müftüoğlu