İSTANBUL - Abdullah Öcalan'ın avukatı Cengiz Yürekli, İmralı koşullarında herhangi bir değişikliğin olmadığını belirterek, "Bir taraf sınırsız koşullara sahipken, Sayın Öcalan'ın tecrit koşullarında bu süreci yürütmesi ve başarıya ulaştırması mümkün değil" dedi.
Emperyalist devletler ve bağlı güçlerin Ortadoğu coğrafyasında neden oldukları savaş ve çatışmalar aralıksız bir şekilde devam ederken, bölgenin en önemli sorunlarının başında gelen Kürt sorununun çözümüne dair de tarihi gelişmeler yaşanıyor. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) İmralı Heyeti ile birlikte 27 Şubat’ta "Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı" yaptı. PKK, 1 Mart'ta çağrının gereklerini yerine getireceğini açıkladı ve ateşkes kararı aldı.
Çağrı tüm dünyada tartışılmaya devam ederken, gözler çağrının muhataplarından olan devlet/iktidar kanadına çevrildi. İktidar, çağrıya "olumlu" yaklaştığını beyan etse de henüz somut bir adım atmadı. Yanı sıra çağrının yapıldığı günden bu yana Abdullah Öcalan ile tek bir görüşme gerçekleşti. Öcalan, Ramazan Bayramı kapsamında 31 Mart'ta aile görüşü gerçekleştirdi. Aile ve avukatların 27 Şubat'tan bu yana İmralı'ya gitmek için yaptığı tüm başvurular ise yanıtsız bırakılıyor.
Abdullah Öcalan'ın müdafiliğini yapan Asrın Hukuk Bürosu avukatları, her hafta iki kez görüşme talebiyle hem ilgili savcılığa hem de cezaevi yönetimine başvuruda bulunuyor.
Başvurucular arasında yer alan avukatlardan Cengiz Yürekli, tarihi çağrı sonrası yaşanan gelişmeler ve devam eden tecride dair Mezopotamya Ajansı’nın (MA) sorularını değerlendirdi.
Müvekkiliniz Abdullah Öcalan ile görüşme talebiyle haftada iki kez başvuru yapıyorsunuz. Bu başvurularınız ile ilgili son durum nedir?
Şu an gündemde bir süreç var. Aynı zamanda Devlet Bahçeli'nin yapmış olduğu çağrı var. Sayın Öcalan'ın 27 Şubat'ta kamuoyuna, devlete ve tüm ilgili taraflara yapmış olduğu bir çağrı söz konusu. Bu çağrı hem ulusal hem de uluslararası düzeyde muazzam bir etki yarattı. Böylesi bir süreç, İmralı sisteminin lağvedilmesi ve İmralı'daki koşulların düzeltilmesi husularında bizi umutlu kılıyor.
Politik ve toplumsal tartışmalardan bağımsız olarak ifade edebilirim ki İmralı koşullarında bir değişim söz konusu değildir. Hukuksal hiçbir değişiklik yok
Ancak çok açıklıkla ifade etmemiz gerekiyor; bahse konu bu süreç veya gelişmeler, 26 yıllık İmralı tarihini görmemezlikten gelmemizi gerektirmiyor. 26 yıllık bir tecrit ve işkence sistemi söz konusu. Zaten en son 4 yıl boyunca hiçbir şekilde haber alamıyorduk. Bazı gidiş gelişler söz konusu oldu. 23 Ekim'de Ömer Öcalan'ın ziyareti söz konusu oldu. Akabinde bazı heyet görüşmeleri gerçekleşti. Ama yürüyen politik ve toplumsal tartışmalardan bağımsız olarak ifade edebilirim ki İmralı koşullarında bir değişim söz konusu değildir. Hukuksal hiçbir değişiklik yok.
Sayın Öcalan öncülüğünde başarıya götürülmek istenen bir süreç söz konusudur. Ancak bu sürece denk düşen değişiklikler, olumlu gelişmeler söz konusu değil. Bizler hala müvekkillerimizle görüşemiyoruz. Hala İmralı'da tutulan müvekkillerimizle en ufak bir yazışma, en ufak bir iletişim söz konusu değildir. Hatta biz bunu gündemleştirmekte biraz eksik kaldık. Bunun da özeleştirisini verebilirim. Şubat tarihinde yeniden bir aile görüş yasağı söz konusu oldu. Bu yönüyle mevcut kısıtlamalar devam ediyor. 2022 tarihinde CPT’nin İmralı’ya bir ziyareti söz konusuydu. Bu raporun, Türkiye’nin onay vermemesi nedeniyle hala açıklanmaması bile İmralı'daki konsepti anlamamız için yardımcı olacaktır.
Sözünü ettiğiniz hukuki koşullar noktasında ne tür değişiklikler olmalı ya da hangi adımlar atılmalı?
Mevcut süreç, yadsınamaz muazzam bir beklenti hali oluşturdu. Ciddi bir umut oluşturdu. Sayın Öcalan da bu umut, enerji ve gücü heyet aracılığıyla dışarıya aktardı. Bu sürecin sağlıklı bir şekilde ilerletilmesi için Sayın Öcalan'ın koşullarının değişmesi gerekiyor. Sayın Öcalan'ın özgürlüğü gündeme gelmiştir. Bunun sağlanması gerekiyor. Özgür çalışma koşullarının oluşturulması gerekiyor. İmralı sisteminin lağvedilmesi gerekiyor. Ama tüm bunlardan önce sürecin gerekliliğinden bağımsız olarak, tamamen hukuksal gereklilik anlamında avukat ve aile ziyaretlerinin gerçekleşmesi gerekiyor. Giden heyetler ve aileler aracılığıyla İmralı’daki koşullarda bir değişimin olmadığını öğrendik. Günlük bir araya gelme süreleri hala 2019 yılında CPT raporunda yer aldığı şekildedir.
Abdullah Öcalan, İmralı’daki diğer tutsaklar Ömer Hayri Konar, Hamili Yıldırım ve Veysi Aktaş ile hangi sıklıkla bir araya gelebiliyor?
Öğrendiğimiz kadarıyla hafta içi 1 saat bir araya geliyorlar. Mesela orada yapılan çağrı, diğer 3 müvekkilimizin de içerisinde yer aldığı bir çağrıdır. Beraber tartışma ve yazı yazma koşullarının oluşması gerekiyor. Şu an, Şubat ayında alınan aile ziyaret yasağı var. "Disiplin cezası" gerekçesiyle verilmiş bir aile ziyaret yasağıdır. Aynı şekilde bir avukat ziyaret yasağı şu an yürürlükte. Bu konularda hiçbir değişiklik söz konusu değil. Ömer Öcalan'ın vermiş olduğu röportajdan anlıyoruz ki oradaki bir müvekkilimiz 4 yıl boyunca televizyona ulaşamıyor. Ama biz bu eksikliği gidermek için onlarla herhangi bir iletişim kuramıyoruz. Elbette siyasi heyetlerin gidiş gelişleri, ailelerin uzun bir aradan sonra gidebilmeleri, hatta dışarıya bir fotoğrafın yansımış olması çok kıymetli ve değerlidir. Ama bu İmralı'daki koşulların değiştiği, buna denk bir gelişimin olduğu anlamına gelmiyor.
"Abdullah Öcalan’ın özgürlüğü gündeme gelmiştir” dediniz. Bunu hukuki açıdan mı yoksa mevcut süreç tartışmaları açısından mı dile getirdiniz?
Bunu ilk defa söylemiyoruz. Sayın Öcalan'ın özgürlüğünün hukuki kapısı aralanmıştır dedik. Özgürlüğü gündemdedir dedik. Bu yönüyle aslında iki ayrı başlıkta ele aldık. Birincisi; yürüyen süreç Sayın Öcalan'ın muhataplığı ve öncülüğünde yürüyor. Bunun gerekliliği de demokratik müzakeredir. Demokratik müzakere, kavramsal olarak müzakere edenlerin eşit koşullar altında bulunması anlamına geliyor. Sayın Öcalan bunu 2019'da belirtti. Hatırlarsanız o vakit evrensel hukuk, özgür siyaset ve demokratik uzlaşı kavramlarını kullanmıştı.
Demokratik müzakere koşullarının oluşması gerekiyor. Müzakere eden bir taraf sınırsız koşullara sahipken, Öcalan'ın tecrit koşullarında bu süreci yürütmesi mümkün değil.
Demokratik müzakere koşullarının oluşması gerekiyor. Yani müzakere eden bir taraf sınırsız koşullara sahipken, Sayın Öcalan'ın tecrit koşullarında bu süreci yürütmesi ve başarıya ulaştırması mümkün değil. Sayın Öcalan canla başla çalışıyor. 26 yıldır bunun şahidiyiz. Bu süreçleri başarıya götürmek için her türlü fedakarlığı gösteriyor. Asla kendi koşulları için bir talebi söz konusu olmadı. Ama bir de işin doğası gereği olarak demokratik müzakere koşullarının oluşması gerekiyor. Avrupa'dan tutalım birçok yere kadar, Newroz alanları da bunu gösterdi. Sayın Öcalan'ın özgürlüğü temel talep durumundadır.
Abdullah Öcalan’ın fiziki özgürlüğü olmadan bir çözüm gelişir mi?
Bir çözüm niyeti olabilir ancak bir çözümün gelişmesi söz konusu olamaz. Çünkü bu çözümün yaratanı da, öncülük edeni de, temel muhatabı da Sayın Öcalan'dır. Onun özgür çalışabilir koşullara ulaşmadan bu süreci yürütmesi mümkün değildir. Yani bu objektif olarak hayatın olağan akışının gereğidir. Gelinen aşamada, toplumsal taleplerde Sayın Öcalan'ın özgürlüğü en üst düzeydedir.
Hukuki açıdan durum nedir?
Hukuksal olarak da özgürlük durumu tartışmaya açılmıştır ve hukuki bir zorunluluk durumundadır. Her ne kadar süreçle bağlantılandırılsa da, sürecin ilerlemesi için bu hukuksal zemin belki de bir araç kılınabilir. Böyle bir rol oynayabilir. Ancak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasını Sayın Öcalan şahsında "ihlal" olarak değerlendirdi ve özgürlüğünün tartışılmaya açılması gerektiğini talep etmişti.
"Umut hakkı"ndan mı söz ediyorsunuz?
Evet. "Umut hakkı" kavramı süreçten bağımsız bir şekilde ve bu süreçten çok önce gündeme gelmiş bir şeydir. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi'nin gündemindedir. Komite, 2025 Eylül ayında yeniden gündemine alacak ve muhtemelen bundan önce Türkiye hükümetiyle de belli yazışmaları olacak. Biliyorsunuz anayasal olarak bu karar Türkiye yasalarının üstündedir ve uygulanması gerekiyor. Böylesi bir hukuki zorunluluk var. Ama geldiğimiz aşama itibariyle, yürüyen süreç itibariyle, bu sürecin başarıya gitmesi açısından Sayın Öcalan'ın fiziki özgürlüğünün tartışılması gerekir. Bu yönüyle "umut hakkı" buna bir zemin sunabilir.
Adalet Bakanı Yılmaz Tunç "umut hakkı"nın mevzuatta olmadığını söyledi. Mevzuat bu konuda ne diyor?
"Umut hakkı"nın mevzuata konulması konusunda bir mecburiyet söz konusudur. Yapılması gereken, mevzuatta değişikliğe gidilerek, ilgili hükümlerin değiştirilmesidir.
Doğrudur, "umut hakkı" Türkiye mevzuatında yok. Ancak Anayasa'nın 90. Maddesi "insan haklarına uygun olan uluslararası sözleşmeler, yasalardan üstün durumdadır ve uygulanmak zorundadır" şeklinde bir hüküm içerir. Yani anayasal güvence altına alınmıştır. Türkiye Cumhuriyeti, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne tabidir. AİHM’in yargılama yetkisini kabul etmiştir. Ve şu anda icra merci olan Bakanlar Komitesi'nin önündedir. Yani mevzuata konulması konusunda bir mecburiyeti söz konusudur. "Umut hakkı"nın mevzuatta yer almaması mevzuata aykırılık oluşturuyor. Şu an yapılması gereken mevzuatta değişikliğe gidilerek, ilgili yasal hükümlerin değiştirilmesidir. "Umut hakkı"na alan açılması yasal zorunluluktur.
27 Şubat tarihli çağrı çok tartışıldı ve halen en çok konuşulan konuların başında. Öcalan'ın avukatları olarak bu çağrıyı nasıl değerlendirdiniz?
Yapılan çağrı hakikaten bir manifesto niteliğindedir. Tek sayfaya sığdırılmış ancak onlarca ciltlik kitap ve materyal değerinde bir açıklamadır. Bu açıklamanın ne anlama geldiğini veyahut neyi hedeflediğini anlamak için Sayın Öcalan'ın geçmişten beridir yapmış olduğu girişimleri bilmek, buna hakim olmak gerekiyor. Ancak sadece Kürt sorununun çözümü olarak ele almak yanılgılı bir kavram olacak. Sayın Öcalan, sadece Kürtlere alternatif sunmuyor, Türkiye toplumunun bütün ezilenlerine, bütün dışlananlarına, bütün bölge halklarına yeni bir gelecek sunuyor. Yeni bir yaşam alternatifi sunuyor.
Çokça söylendiği gibi, cumhuriyetin ikinci yüzyılının gerçek anlamda karşılığını bulması için aslında ön açıcı bir çağrı. Mesela barış tartışmaları yürütülürken toplumsal özgürlük arayışları genelde göz ardı ediliyor. Burada söz konusu olan salt bir çatışmasızlık ve şiddetin son bulması değil. Aslında bir toplumsal özgürlük arayışıdır. Yani sadece orada Kürtlere hitap edilmiyor. Türkiye'deki farklı etnik kimliklere, inançlara, toplumsal bloklara, cinsiyetlere bir çağrı söz konusu. Bütün inanç ve halkların kimliklerine saygı duyulmasından, sosyoekonomik zeminde kendi örgütlülüklerini oluşturabilmesinden bahsedilmektedir. Ve 'demokratik uzlaşı kaçınılmazdır, demokratik toplum en büyük ihtiyaçtır' diyor.
Kürt sorunu Türkiye’nin demokratikleşmesi ilgili bir sorun ve yasal değişiklikler gerektiriyor. Abdullah Öcalan’ın çağrısını göz önüne aldığımızda bu aynı zamanda Türkiye’nin kendi kuruluş felsefesi ve zihniyetinde bir dönüşümün sağlanmasına dönük de bir çağrı mı?
Kesinlikle. Bu çağrı, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunda esas alınan paradigmanın yeniden değiştirilmesi ve dönüştürülmesine ilişkin bir girişimdir. Zaten Sayın Öcalan'ın temel iddiası da devleti ve toplumu demokratik değişim ve dönüşüme tabi tutmak. Bu mücadelede beden Kürtlük olabilir, ama ruh ve zihniyet insanlıktır. Yani Sayın Öcalan evrensel düşünen, enternasyonal karakterde bir öncüdür, bir liderdir. Türkiye Cumhuriyeti'nin bütün sorunların ana zemini Kürt sorunuyla yüzleşememek, barışamamaktan geçiyor.
Kürt sorununun inkarı beraberinde diğer kimliklerin inkarını da getiriyor. Yani Kürt halkının özgürlükten mahrum bırakılması, kimliğinin tanınmaması ve inkar edilmesi, Türkiye toplumunun diğer bileşenlerine de asla özgürlük ve demokrasi getirmemiştir. Çünkü bu baskı koşullarının oluşturulması, haliyle kendi özgürlüğünden taviz vermek, demokrasiden taviz vermek anlamına da geliyor. Maalesef cumhuriyetin 100 yıldır yaşadığı sorunların temel zemininde de bu sorun yatmaktadır.
İktidar ya da muhalefetin, bu kadar köklü bir soruna doğru bir zeminde yaklaştığını düşünüyor musunuz?
Şüphesiz bir tartışma var ve bu tartışmanın olması çok değerlidir, çok kıymetlidir. Ancak şunu da açıklıkla söylemek gerekiyor ki bu tartışma hakkıyla doğru bir zeminde yürütülmüyor. Bu çağrıya denk ciddi bir tartışma yürütülmüyor. Böyle bir tutum ve tavır içine girilmiyor. Bugün bütün Ortadoğu'yu etkileyen bölgesel gelişmeler ve tartışmalar söz konusu. Sayın Öcalan öncülüğünde bütün Ortadoğu'yu etkileyen, bütün bölge halklarını etkileyen, okyanus ötesi devletlerin muhataplığını oluşturan bir siyasal hareketten bahsediyoruz. Onun bileşenlerinden bahsediyoruz. Sayın Öcalan'ın öncülüğünden bahsediyoruz. Avrupa'da bütün aydınlar ve yazarlar bu konu hakkında ilk elden kaynaklara ulaşırken, maalesef Türkiye toplumu, başta da muhalefet bu konuda duyarsız. Ana kaynağında beslenmekten çok uzak duruyor. Kendi aklı ve bilgisine yetmeyenler, bu metni sağından solundan çekiştirip, yorumlar geliştiriyor. Fakat bu metnin içinde 50 yıllık bir mücadele birikimi söz konusu. 100 yıllık bir cumhuriyet çözümlemesi söz konusu. Bin yıllık Türk-Kürt halkının ilişkileri ve ondan çok daha öte uygarlık çözümlemesi söz konusu. Yani Sayın Öcalan bütün bunları damıtarak tek sayfalık bir metne sıkıştırdı. Ancak buna dair maalesef bir tartışma söz konusu değil. Mesela demokratik siyaset ve hukuki boyutun oluşturulması denildi. Fakat nedense buna bir karşı çıkış söz konusu. Yani Türkiye'de demokratik siyasetin var olmasına mı karşısınız? Türkiye'de hukukun, hukuki boyutun sağlanmasına mı karşısınız? Bunun karşıtını mı talep ediyorsunuz? Buna bir karşı çıkış var ama altını dolduran makul gerekçeler yok. Buna neden karşı çıkıldığı belli değil.
İktidar mı karşı çıkıyor?
İktidar da muhalefet de karşı çıkıyor. Mesela herhangi izbe bir binanın yıkılması için ya da aslına uygun bir şekilde tadilat edilmesi için belediye meclisinden karar almanız gerekiyor. Belli prosedürlerin işletilmesi gerekiyor. Yani en basit bir durum bile yasalara, hukuksallığa bağlanmış. Ancak cumhuriyetin, hatta ondan çok önceki devasa bir sorunun çözümü için hukuki boyut söylemi göz ardı ediliyor. Bu hakikaten akla ziyan bir yaklaşımdır.
Hukuki boyutu biraz açar mısınız?
İmralı'daki hukuksal sorun aşılmalı. Kürt sorununun çözümü için hukuksal adımlar atılmalı. Bunlar hepsi sürecin birer bileşkesidir.
Çağrının muhatapları olan tarafların kendi üstüne düşen yükümlülükleri yerine getirmesi için hukuki güvencelere ihtiyaç var. Bu bir önceliktir. Bundan öte Sayın Öcalan’ın yapmış olduğu çağrının gereğini yerine getirebilmesi için İmralı'daki hukuksal sorunun aşılması, tecrit durumunun aşılması gerekiyor. Kürt sorununun çözümü için belli hukuksal adımların atılması gerekiyor. Bunlar hepsi sürecin birer bileşkesidir. Yani bu adımlar atılmadan ne şekilde olacak? Tamam zamanla ilerlesin ama bütün bunlar birer gereklilik durumundadır. Sayın Öcalan çağrısını yaptı. Muhatapları bu çağrının gereklerini yerine getireceğini söyledi. Kürt halkı bir bütün olarak bu çağrının arkasında olduğunu Newroz meydanlarında ilan etti. 4 Nisan'da bu çağrının arkasında durduğunu ilan etti. Peki bunun diğer karşılığı ne olacak? Bu nasıl hayata geçecek? Muhalefetin buna dönük yaklaşımı ne şekilde olacak?
Muhalefetin bu süreçte tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Devlet Bahçeli çok ciddi bir şey yaptı. ‘Öcalan gelsin Meclis’te çağrısını yapsın, 'umut hakkı'ndan yararlansın" dedi. Niyet sorgulayacak durumda değiliz. Politika, niyetlere güvenerek veya samimiyete inanarak yürütülen bir şey değil. Politika, güç olduğunuz oranda muhatap alındığınız ve müzakere pozisyonda olduğunuz bir mecradır. Ama bu yaklaşım (Bahçeli'nin çağrısı), Kürt sorununun çözümsüzlüğünü iktidar ve muhalefet arasında bir baskı aracı olmaktan çıkaran bir yaklaşımdır. AKP, 2002'den beridir "Ben Kürt sorununu çözmek istiyorum ancak buna engel olan güçler söz konusu" diyordu. Bu güçler olarak tarif edilen de Devlet Bahçeli liderliğindeki MHP'dir. Siyasi yelpazenin en sağında olan siyasettir. 2013-15 sürecinde öyleydi. Bahçeli bu kozu gerek muhalefetin gerek iktidarın elinden aldı. Herkesi Kürt sorununa dair samimiyete davet etti. İddia başka olabilir, niyet başka olabilir, bunları tartışmıyorum ama böylesi de bir zemin sundu. ‘Eğer ciddiyseniz buyurun benim rızam var, Kürt sorununu çözün’ dedi. Muhalefete de ‘karnından konuşmasın, buyursun’ dedi.
Heyet görüşmeleri oldu. Siyasal partileri ziyaret ettiler. Kendini sol ve sosyalist olarak tanımlayan, samimiyetinden şüphe etmediğimiz partiler ve siyasal oluşumlar bile Devlet Bahçeli'nin sergilediği yaklaşımı sergilemedi. Hiçbirinden 'Buyurun, Sayın Öcalan'ın özgürlüğünü talep ediyoruz' şeklinde bir yaklaşım gerçekleşmedi. Bu da maalesef Kürt sorununu anlamamaktan kaynaklanıyor. Bunun ciddiyetini kavramamakla ilgilidir.
Muhalefetin bu tavrını neye bağlıyorsunuz? Çünkü sürece dair bir güvensizlik de var. Bu durumun muhalefetin tavrında belirleyici olduğunu düşünüyor musunuz yoksa Kürt sorununa dair egemen bakış açısının muhalefette de mi etkili olduğunu düşünüyorsunuz?
Aslında Türkiye solunun yaklaşımı çok sorunlu ve problemli bir yaklaşım. Kürt sorununu anlayamama durumu söz konusu. Türkiye devletinin inşa sürecinin şekillenmesini anlamamak, idrak edememek durumu söz konusu. Şunu net bir şekilde söylemek lazım; işçi kurumundan tutalım Komünist Partisi'ne, inanç kurumundan -Diyanet'i kastediyorum- diğer oluşumlara ve aydın bireylere kadar devletin ciddi tahakkümü altında şekillenmiş ve hatta devlet eliyle açığa çıkmış oluşumlardan bahsediyoruz. Yani kuruluşlarında da açığa çıkmalarında da cumhuriyetin tek tipçi paradigmasının etkisinde kaldıkları inkar edilemez. Ama aynı şekilde Kürt sorununu da anlayamama gibi bir durum söz konusu.
Mesela Sayın Öcalan, muazzam bir şekilde sosyalizme yoğunlaşmaktadır. Her görüşmede gündemi budur. Marksizm çözümlemeleri, değerlendirmeleri söz konusu. Marks, kendi döneminde, 1800'lerde İrlanda sorunu olsun -ulusal sorunları kastediyorum- Hindistan sorunu olsun, Rusya'daki durum olsun sürekli farklı fikirlerle çıkmış. Ancak bu fikirleri asla bir dogmatizmaya savrulmamış. Ne zamanki bir kıpırdanma görse, ne zamanki farklı bir şekillenme olsa her daim bunlara karşı bir devrimci potansiyel yakalamaya çalışmıştır. Aynı Marks, İrlanda'nın bağımsızlık savaşında enternasyonalle harekete geçmiş. Muazzam metinler yazmıştır. Onların tutsaklığının özgürlüğü için kampanyalar yürütmüştür. Maalesef Türkiye solunda -özellikle Sayın Öcalan şahsında- böylesi bir şeyi görmemiz söz konusu değil.
Sürece karşı ciddiyet ve samimiyetin ölçüsü nedir?
Öncelikle her şey dilde başlıyor. Sayın Öcalan metinde de belirtmişti; 'barış ve demokratik toplum sürecinin dili de bu gerçekliğe göre olmak durumundadır' şeklinde bir cümlesi vardı. Sayın Öcalan'a, diğer siyasal bileşenlere, diğer muhataplara bu sürecin ciddiyetine denk gelen bir dili kurgulamak gerekiyor. Bu yönüyle bir saygılı yaklaşımı oluşturmak gerekiyor. Aynı zamanda asgari düzeyde demokratik koşulların oluşturulması gerekiyor. Sayın Öcalan "demokratik uzlaşı" diyor. Toplumun yarısını yargı eliyle, kolluk gücüyle tasfiye ederek bu süreci kimle yürüteceksiniz? DEM Parti, CHP ve muhalefet dediğimiz toplumun yarısını oluşturuyor. Böylesi bir süreç için toplumun büyük çoğunluğunun katkısı gerekiyor. Toplumun ikna edilmesi gerekiyor. Bunu yapacak olan da -eğer iktidarın ve ortağının niyeti varsa- ana muhalefet partisidir.
Doğru bir çözüm için doğru bir tanımın yapılması gerekiyor. Kürt sorununun tanımının doğru yapıldığını düşünüyor musunuz?
Sefalete sebep olan şey Kürt sorununun çözümsüzlüğüdür, Kürt halkının inkarıdır. Türkiye halklarına, ezilenlerine anlatılması gerekiyor. Türkiye solu barış ve ekmek mitingleri düzenlemeli.
Sorunun doğru tanımı da söz konusu değil. Doğru bir çözüm tanımı da söz konusu değil. Sayın Öcalan muazzam bir zemin sundu. Kendisini örgütlemek isteyen, kendi iddiasını gerçekleştirmek isteyen, demokrasiyi, barışı, özgürlüğü ve alternatif yaşamı inşa etmek isteyen herkese muazzam bir zemin ve imkan sundu. Şu an Türkiye solunun yapması gereken, barış mitingleri düzenlemektir. Ekmek mitingleri düzenlemektir. Türkiye halkının sefaletine sebep olan şey Kürt sorununun çözümsüzlüğüdür. Türkiye halkını demokrasiden yoksun bırakan şey Kürt halkının inkarıdır. Türkiye halklarına, ezilenlerine anlatılması gerekiyor. Bu da temel olarak Türkiye solunun örgütlenme sahasıdır. Yani kendini örgütlemeyerek, böylesi bir durumu açığa çıkarmayarak aslında şovenizmin büyütülmesine, niyetten bağımsız olarak katkı sunuyor. Eğer Zafer Partisi ve Mansur Yavaş gibi ırkçılar, iktidar karşıtı muhalefeti manipüle edebiliyorsa, bu maalesef Türkiye sol, sosyalistlerin, gerçek demokrat ve aydınlarının üstüne düşen sorumluluğu yerine getirmemesiyle ilgilidir. Bu konuda somut bir şekilde şunu söyleyebilirim; bu çağrıyı yeterince sahiplenmemeleri, gereğini yerine getirmemeleriyle ilgilidir.
Madem ki Kürt halkının iradesine saygı duyuyorsunuz, kendi kaderini tanımasına -bunun içeriğinin nasıl belirleneceğinden bağımsız olarak söylüyorum- o zaman Kürt halkının iradesine saygı duyacaksınız. Kürt halkı Sayın Öcalan'ın özgürlüğünü talep ediyorsa, İmralı sisteminin lağvedilmesini talep ediyorsa, siz de bunu talep edeceksiniz. Bakın yanlış anlaşılma olmasın, yapılması gereken Kürt halkıyla bir dayanışma değildir. Tam olarak bir ortak mücadeleyi kastediyorum. Sayın Öcalan'ın çağrısı da bunu işaret ediyor. Çünkü sadece Kürtler dışlanmıyor, sadece Kürtler ezilmiyor. Türkiye toplumundaki bütün haklar, kimlikler, inançlar, cinsiyetler, bütün mezhep grupları dışlanıyor. Demokrasiden yoksun bırakılıyor. En son İstanbul'da gerçekleşen gelişmeler de bunu gösterdi.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne dönük soruşturma, "Kent Uzlaşısı"nın hedef alınması, CHP’ye dönük yönelimin süreçle nasıl bir bağı var?
Kürt sorununun Kürtleri ve taleplerini aşan bir karakteri var. Maalesef iktidar ve muhalefet arasında bir manivela görevi görüyor. Birbirini terbiye etme, birbirini tasfiye etme görevi görüyor. Bu sadece şu an için değil, cumhuriyetin kuruluşundan beridir böyle.
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın kurucuları, Kurtuluş Savaşı'nın paşalarıdır. Cumhuriyetin kuruluşunda bir muhalif parti rolü oynama iddiasındadırlar. İktidara talipler, ciddi bir tabanları söz konusudur. Ancak Şêx Seîd İsyanı gerekçe gösterilerek bu dört paşa tasfiye ediliyor. Bu parti kapatılıyor. Hatta bunların yargılanması da bu isyanla beraber çıkarılan İstiklal Mahkemeleriyle beraber gerçekleşiyor. Doğrudan Kürt sorunun oynadığı böyle bir rol var. Çok da geçmişe gitmeden AKP iktidarına baktığımızda bu genel oturan bir konsepttir. Ya muhataplarını Kürtlerle çatıştırarak, güçten düşürerek tasfiye etme durumu söz konusudur. Ya da Kürt halkıyla bir müzakere veyahut da bir barış süreci içine girerek, diğer rakiplerini tasfiye etme süreci söz konusu. Bu hem muhalefet için böyledir hem de iktidar için böyledir. Dikkat ederseniz Ergenekon, Balyoz dosyaları bu şekilde gerçekleşti. Gülen Cemaati'nin iktidarı hukuksal yollardan devirme durumu, 7 Şubat darbesi dediğimiz durum tam da İmralı'da gerçekleşen görüşmeler nezdinde oluşmuştu. Bugün 2013-15 süreci Gülen Cemaati'nin tasfiyesi için bir zemin oluşturdu ve Gülen Cemaati tasfiye edildi. Bugün geldiğimiz durumda da maalesef bunun işaretlerini görüyoruz.
İktidar neyi hedefliyor?
23 yıllık bir iktidardan bahsediyoruz. İktidar sürekli kendini biriktirir, sürekli yayılmak ister. Yani o yüzden ben "tek adam" değerlendirmelerine katılmıyorum. İktidar yan türevlerini de üretir. Yani iktidar aynı zamanda siyasal hakimiyettir, toplumsal hakimiyettir, ekonomik hakimiyettir. Ranttır, bunu tartışmaya ve denetime kapatmaktır. AKP'nin çözüm niyetinden bağımsız, 23 yıllık bir iktidarın objektif tahlili bunu gerektirir. Ancak bugün yaşadığımız durum ilk defa, çok daha farklı ve ciddi bir boyut taşıyor. Çünkü Gülen Cemaati, Ergenekon, Balyoz dosyaları... bunlar devlet ve bürokrasi içinde kümelenmiş, belli vesayet odakları olarak tarif ediliyordu. Bugün de doğrudan ana muhalefet partisine bir yönelim söz konusu.
Kürt siyasal hareketi ile CHP'nin otoriterliğe karşı yan yana yürüttüğü mücadele ayrıştırılmak isteniyor. İktidar, süreçten yararlanarak en üst düzeyde menfaati hedefliyor.
Toplumsal tabanı olan, seçimlere giren bir partiden bahsediyoruz. İktidar adayı partiden bahsediyoruz. 2019 sürecinden beri Kürt siyasal hareketiyle beraber muhalefetin, AKP otoriterliğine karşı yan yana yürüttüğü bir mücadele söz konusuydu. 2023'te de, 2024'te de bu böyleydi. Bu birlikteliği ayrıştırmaya çalışmak gibi bir durum söz konusu. "Kent Uzlaşısı" dediğimiz durum, 2024'te Kürt siyasal hareketi ile CHP'nin yasal zeminde, meşru zeminde ortak bir seçim ittifakı temelinde yürüttüğü bir şeydi. İktidarın elindeki bütün yerel kaynakları elinden aldı. Böylesi bir gücü açığa çıkardı.
Bu süreç ne kadar ciddiyse, ne kadar bölgesel koşulların dayatmasıyla gelişiyorsa, ne kadar Türkiye'de artık bir çözümsüzlük açığa çıkardıysa ve devlet aklı bir ihtimal bunu gidermek istiyorsa, aynı şekilde 23 yıllık iktidar da bundan yararlanarak kendisi için en üst düzeyde menfaati hedefliyor. Yani elimizdeki bütün veriler bunu ortaya koyuyor. Şunu da söyleyebiliriz; bu saldırı aynı zamanda CHP'ye, İmamoğlu'na, İstanbul'a yapılmış değil, Türkiye'nin bütün demokrasi güçlerine, demokrasi hareketlerine yapılmıştır. Demokrasi talep edenlere, barış ve özgürlük talep edenlere yapılmış bir müdahaledir. Bu yönüyle Şişli Belediyesi'ne yürütülen saldırıyla, Mardin'deki ve Batman'daki saldırı birbirinden farklı değil. Şişli'de yapılan da İstanbul'daki Kürt seçmenin iradesine yapılmış bir saldırıdır.
Öcalan'ın çağrısının hayata geçirilmesi noktasında neler yapılabilir?
Çok net söyleyebilirim ki; Sayın Öcalan dışında, iktidarından muhalefetine kadar kimsenin hazırlıklı olmadığı açığa çıktı. En hazırlıklı olan, ne yaptığını ve ne istediğini bilen, bu konuda inisiyatif alan Sayın Öcalan’dır. Biz bu süreçte demokratik taleplerimizi örgütleyerek, en yüksek şekilde dile getirmeliyiz. İktidarı da pozitif anlamda değişim dönüşüme zorlamalıyız, adım atmaya zorlamalıyız. Muhalefeti de aynı şekilde değişim ve dönüşüme zorlamalıyız.
Demokratik siyasal çözümün önü nasıl açılabilir?
Süreç topluma mal edilmelidir. Ancak mevcut İmralı tecrübesi devam ederken sürecin şeffaflığından bahsedebilir miyiz? Böylesi bir şeyden bahsetmek mümkün değil. Bizim bu hukuki süreci tartışabilmemiz ve yürütebilmemiz -Meclis zemini de olur, başka zeminler de olur-, ilgili kurumlara önerilerimizi sunabilmemiz için Sayın Öcalan ile istişare etmemiz ve görüşmemiz gerekiyor.
DEM Parti Eş Genel Başkanları vardı heyetin içinde. O açıklamada bulunarak belli bir sorumluluk üstlendiler. Topluma belli bir vaat verdiler. ‘Bu süreci sahipleniyoruz ve yürüteceğiz’ dediler. Bu açıklama öncesinde Sayın Öcalan ile yoğun istişareleri oldu. Bunu topluma aktarmaları konusunda sorumluluk aldılar. Eş genel başkanların İmralı'ya çok rahat gidip, Sayın Öcalan ile görüşebilmeleri gerekiyor. Ancak bunların hiçbirisi gerçekleşmedi. "Umut hakkı" konusunda yasal değişikliklerin olması gerekiyor ve bu konuda Meclis'in ikna edilmesi gerekiyor. Meclis'te bulunan partilerin, kendi tabanlarını ikna etmesi gerekiyor. Ana muhalefet partisinin ve diğer partilerinin, iktidarı veyahut bu sürecin muhataplarını (devlet içindeki aklı) değişim ve dönüşüme, şeffaf olmaya zorlama gibi bir yükümlülükleri söz konusu.
Sizin siyasal girişimleriniz olacak mı? Örneğin partilerle temas kurmayı düşünüyor musunuz?
Biz, müvekkilimizin menfaatini -menfaat derken yanlış anlaşılmasın, bu Sayın Öcalan şahsında toplumsal menfaattir, onun özgürlüğüdür, onun hukuksal pozisyonudur, içinde tutulduğu koşullardır- yükümlüyüz. Bu sadece dilekçe vermekten ibaret değil. Bütün taraf ve kurumlarla gereken istişareleri ve görüşmeleri yürütmek bizim asli görevimizdir. Salt Sayın Öcalan’ın avukatları olarak değil, bu toplumun birer üyesi olarak, birer bileşeni olarak bu da bizim temel sorumluluğumuzdur. Gelecek iddiası, alternatif yaşam tahayyülü ve buna ilişkin olabilecek çözüm önerilerini bütün kurum, kuruluş ve siyasal partilerle tartışmak gibi bir gündemimiz söz konusu. Bunu da yapacağız. Çağrının gereğini yapmak da temel yükümlülüğümüzdür. Bunun gerekleri için de bütün girişimleri zorlayacağız.
Hukuksal anlamda ne tür girişimleriniz olacak? "Umut hakkı" ile ilgili bir yol haritanız var mı?
Hukuksal açıdan zaten bizim rutin girişimlerimiz devam ediyor. Ancak temel olan "umut hakkı"dır. Bu uzun süredir yürüttüğümüz bir çalışmadır. 11 yıldır açığa çıkan bir hukuksal kararın gereğidir. Bu anlamda var olan çalışmalarımız devam ediyor. Bunun için belli bir altyapı çalışmamız söz konusu. Bakanlar Komitesi'nin önünde dosya açık, o konuda yeni başvurularımız olacak. "Umut hakkı"nın ne kadar hayati olduğu, bu sürecin başarıya ulaşması için kamuoyunun desteğini almak için girişimlerimiz ve hazırlıklarımız söz konusu.
"Umut hakkı"nın hayata geçmesi durumunda birçok kişiyi kapsamına alacak. Bu da evrensel hukuka uygun yeni bir mevzuatı gündeme getirecek.
Adalet Bakanı'nın 2024 yazında Birleşmiş Milletler İşkence'ye Karşı Komitesi’ne vermiş olduğu oranlara göre, bugün 4 binin üzerinde ağırlaştırılmış müebbet hükümlüsü var. Yani "umut hakkı"ndan yararlanması gereken 4 binin üzerinden hükümlü var. "Umut hakkı"nın hayata geçmesi durumunda, Türkiye’deki bütün ceza yasa ve infaz hukuku tekrardan gözden geçirilecektir. Birçok kişiyi kapsamına alacak. Bu da ister istemez ceza hukukunda ve infaz hukukunda belli demokratik değerlere, evrensel hukuka uygun yeni bir mevzuatı gündeme getirecek.
Bütün demokratik kamuoyunun, sivil toplumun ve vicdan sahibi hukukçuların aslında konuyu bu şekilde ele alarak, duruma daha büyük bir fotoğraftan bakması gerekiyor. Bu yönüyle de aktif bir rol oynamaları gerekiyor. Biz de kendi çalışmalarımız doğrultusunda aslında bunu hedefliyoruz. Bu yönünü bir hareketliliği geçirme, hayata geçirme konusunda bir kısım planlarımız var. Bunu da kısa sürede hayata geçireceğiz.
MA / Diren Yurtsever