ANKARA - Polen Ekoloji İklim Çalışma Grubu'ndan Onur Yılmaz, yaşanan iklim değişikliğinin kapitalizm kaynaklı olduğunu belirterek, doğayla uyumlu bir yaşamın inşasının mümkün olduğunu vurguladı.
Küresel ısınma, kuraklık ve sel gibi aşırı hava olaylarıyla etkilerini gösteriyor. Yine deniz seviyesinin yükselmesi, buzullarda erime, kuraklık ve don gibi sonuçları beraberinde getirdi. Geçtiğimiz günlerde yaşanan ve tarımsal üretimi olumsuz etkileyen zirai don da Türkiye'de iklim değişikliğini birkez daha gündeme getirdi.
Polen Ekoloji İklim Çalışma Grubu üyesi Onur Yılmaz, iklim krizi ve sonuçlarına dair Mezopotamya Ajansı'nın (MA) sorularını yanıtladı.
Son yıllarda hava sıcaklıklarında ani artışlar ya da düşüşler yaşanıyor. Bu tür ani hava değişimlerini duyuzuz ekolojik krizle bağı nedir?
Öncelikle bu gibi hava durumu anomalileri ile iklim değişikliğinin ayrı şeyler olduğunu belirteyim. Hava durumundaki bu aşırı sıcaklık, yağış, yağışsızlık, hortumdan fırtınalara hava olayları iklim değişikliğiyle bağlantılı olarak daha sık, daha şiddetli ve daha yaygın hale geldi. Ve ne yazık ki veriler daha da kötüleşeceğini gösteriyor. Kısa süreli hava durumundan farklı olarak; iklim krizi ise bölgesel ya da dünyasal uzun vadede görülen döngüleri ve tahmin edilebilir olguları ifade ediyor. 2023 ve 2024 yıl ortalamaları 1,5 derecenin üzerinde gerçekleşmişti, 'La Nina' denilen daha soğuk geçen evrenin ardından bu Mart ayında bir kez daha küresel sıcaklık ortalaması 1,55 derece ile bu eşiğin üzerine çıktı. Bütün bu 'sürpriz' günlük hava durumu geçişleri -işte iklim değişikliğinin kontrolden çıkmaya doğru gidiyor oluşu- yeni iklim dengesinin henüz oluşmamasıyla ilgilidir. İklim sistemi yalnızca atmosferi değil, yeryüzündeki su ve buzul kütleleri de kapsayan dinamik ve kaotik bir sistem. Ancak sera gazı etkisiyle hızlanan ortalama sıcaklıklardaki artış havadaki nemi arttırıyor. Bu hem daha güçlü hava olayları demek hem de okyanus asitliği, sıcaklığı ve akışlarında bozulmalar demek. Bu dengeler bir pozitif geri besleme mekanizması olarak iklim değişikliğini kendiliğinden hızlandırır halde. Şuan ve yine buzulların erimesi, güneş ışınlarını daha az geri yansıtması ve deniz seviyelerinin artışı ile böyle bir mekanizma, emperyalist kapitalist üretim tarzının tüm krizlerine rağmen yol açtığı emisyonların artmaya devam edişi, bölgesel olarak da öngörülemeyen böyle yeni mekanizmaları ortaya çıkarıyor.
Hava olaylarındaki bu uç eğilimlerin arkasındaki dinamikler neler? Özelikle fosil yakıt kullanımı, sanayi üretimi gibi faktörlerin etkisini nasıl açıklarsınız?
Yeryüzü olduğundan beri iklimi sürekli değişmiştir. Günümüzde yaşanan iklim değişikliği ise küresel yayılma süreci 500 yıllık olan kapitalizm kaynaklıdır.
Yeryüzü olduğundan beri iklimi sürekli değişmiştir. Daha önceki kitlesel türlerin yok oluşuna baktığımız zaman da iklimin belirleyici olduğunu görüyoruz. Günümüzde yaşanan iklim değişikliği ise; kendisi 250 yıllık olan ve kendisini ortaya çıkaran sömürgecilik ve küresel yayılma süreci 500 yıllık olan kapitalizm kaynaklıdır. Kapitalist üretim tarzı, en kısa sürede en çok kârı elde etmek için üretimin sürekli hızlandırıldığı, doğaya hammadde ve atık alanı olarak sürekli el konulduğu, kendisi dışında herhangi bir toplumsal örgütlenmeye imkân vermeyen bir sömürü sistemidir. Üretim faaliyeti insanın varoluşunun bir parçasıdır ve her toplumsal düzende doğayla etkileşiminin adıdır. Ancak daha önceki toplumsal düzenler üretici güçler (nicel ve nitel, teknik yönden) gelişkin olmadığından; doğa ve iklim üzerindeki etkisi sınırlıydı. Dolayısıyla soyut olarak 'insan kaynaklı' demek yerine somut olarak içinde bulunduğumuz tarihsel toplum düzenini işaret etmek sorunun kaynağını belirlemek için önemlidir.
Sermaye merkezli sanayi faaliyetleri doğa ve atmosfere nasıl bir etkide bulunuyor, etkiler Türkiye gibi ülkelerde neden bu kadar görünür hale geldi?
Kapitalist üretimin 1950'lerle birlikte sıçramalı geliştiğini söylemiştik. Bunda savaş sonrası yıkımın telafi edilmesi için yapılan yatırım atılımları etkili oldu. Özellikle de otomasyon ve ulaştırma teknolojilerinin gelişimi etkili oldu. Dünya nüfusu 1980'lere kadar çok hızlı arttı. Bu dönemde sözde bir 'gıda yetmezliği' lafzıyla aşırı kimyasal gübre kullanımına ve monokültüre dayalı büyük tarımsal üretim 'yeşil devrim' olarak sunuldu. 1980'lerle birlikte kapitalizm sadece meta dolaşımını değil, üretim alanını da uluslararasılaştıracak kadar sermaye yoğunlaşmasını sağlamış durumdaydı ve ağır sanayi ucuz iş gücü ülkelerine kaydırıldı. Bugün ABD'ye emperyalist rekabette rakip olan Çin bu ülkelerin başında geldi. Tüm bu süreç elbette çok büyük bir atık ve emisyon sorunu yarattı. Sermaye döngüsü hızlandıkça özellikle emperyalist ülkelerde 'kullan-at' tüketim toplumu kültürü yerleşti. Kimyasal kirliliğe, plastik ve mikroplastik kirlilikleri eklendi. Okyanusların dibinden anne sütüne kadar her yerde rastlanılır hale geldi. Salgın hastalıklar artarken; kanser, parkinson gibi kimyasal maruziyetle gelişen hastalıklar Türkiye gibi kirli sanayi ülkelerinde patlama yaptı.
Türkiye'de sıklaşan çevresel felaketlerin 'doğal afet' olarak tanımlanmasını nasıl tanımlıyorsunuz?
İklim değişikliği ve diğer tahribatlar sonucu ortaya çıkan bu felaketler asla 'doğal' olarak değerlendirilemez, yaşananlar işçi sınıfı ve ezilenlere yönelik sömürü ve baskı sisteminin bir parçasıdır.
Türkiye'de bu süreçlerin hepsini günbegün yaşıyoruz. Özellikle emperyalist bölge politikalarının parçası olan Türk devleti, tıkanıklığını aşmak için coğrafyada savaşlara girişerek geri dönüşsüz doğa tahribatına yol açtı. AKP iktidarlarının alamet-i farikası olan enerji, inşaat, maden sektörleri ihya olurken bu yoğun saldırıdan nasibini almamış kent kalmadı. Türkiye devlet eliyle yürütülen bu doğal varlıkları yok etme saldırısının yanında, bir felaketler ülkesi haline geldi. Her yıl birkaç büyük can kayıplı sel, yangın, toprak kayması, bina çökmesi, fırtına, vb. felaketlerle geçiyor. İklim değişikliği ve diğer tahribatlar sonucu ortaya çıkan bu felaketler asla 'doğal' olarak değerlendirilemez, yaşananlar işçi sınıfı ve ezilenlere yönelik sömürü ve baskı sisteminin bir parçasıdır. Altyapı uygun koşullara getirilmez, hastalıklara önleyici tedbirler alınmaz, felaket sonrası hızlı toparlanma sağlanmaz, kamusal hizmetler olabildiğince kesilir ve elbette sağlıklı bir çevre havası, suyu, toprağı, gıdasıyla ortadan kaldırılır.
İklim krizi sadece çevresel değil, aynı zamanda sistemsel-politik bir kriz midir sizce? Bugünkü üretim-tüketim modelleriyle bu krizin çözülmesi mümkün mü?
İklim değişikliğinin, ekosistemlerin zayıflamasıyla büyük çevresel krizlere yol açtığından bahsettik. Bu krizler kimi zaman malların üretilmesi ve tedarikinde aksamalara da yol açabiliyor. Salgında gördüğümüz gibi, tedarik zincirleri kopabiliyor. Emperyalist rekabet devreye giriyor ve "kaynak milliyetçiliği" ile ekonomik dengeleri değiştirebiliyor. Suriye iç savaşının başlamasından hemen önceki gibi, kuraklık ve tarımsal üretimdeki kayıplar büyük halk isyanlarını tetikleyen faktörlerden olabiliyor. Ama en nihayetinde, askeri güçle, siyasi zorla belirlenen bir toplumsal baskı düzenidir bu sistem ve bu çevresel krizi; insanların, canlıların bir kısmını yok ederek, feda ederek yoluna devam etmenin yolunu bulabiliyor. Bugün kü iklim krizinin geldiği nokta, çok daha büyük altüst oluşlara gebe ve bu nedenle, sermayenin çatı örgütleri olan Uluslararası Para Fonu'ndan (IMF) Kuzey Atlantik Antlaşması Teşkilatı'na (NATO) kadar yapılar, iklim değişikliğini en büyük tehdit olarak görmektedir. Belirli bir aşamada, paylaşım savaşlarıyla çözülemeyecek kadar ağır toplumsal kaoslar, üretimin yapılamaması, belirli coğrafyaların yaşanılamaz hâle gelmesi ve iklim göçleri önümüzdeki birkaç on yıl içinde gelişecek. Dolayısıyla, kapitalizm her şeye muktedir gibi görünse de doğanın güçleri nihai olarak belirleyicidir. Tarihsel materyalist ve bilimsel yaklaşım bize bunu söylüyor.
Birçok bilimsel raporda "küresel sıcaklık artışını 1.5 derece ile sınırlamak için üretim ve tüketim alışkanlıklarında radikal dönüşümler gerekiyor" deniliyor. Bu dönüşümün önündeki en büyük engel nedir sizce? Siyasi irade mi, sermaye yapıları mı yoksa farkı şeyler mi?
Burjuva siyasetin çözüm olamadığı görüldükçe ezilenler ya faşizmin sosyal yörüngesine giriyor ya da devrimcileşiyor. Bir diğer engelin tabii ki bu yeni faşist hareketler olduğunu söyleyebiliriz.
Buradaki 1.5 derece iklim değişikliğini kontrolden çıkmasından önceki güvenli eşiklerden biri olarak iklim bilimsel bir anlam taşısa da gerçekte politik boyutu daha çok öne çıkıyor. Birkaç yıl öncesine kadar 19'uncu Yüzyıl ortalamalarına göre artış 1,1 ile 1,2 derece düzeyinde idi ve bu eşik hedefi çok büyük bir aciliyeti işaret ediyordu. Bu aciliyet bahsedilen 'radikal' dönüşümleri gerektiriyordu ve bunu da ancak devlet çapında büyük örgütlenmeler yapabilirdi. Bu yaklaşım bütün bir iklim siyasetini, devletlerarası diplomasiye ve hükümetlerin dönüşüm programlarına indirgedi ve halklara düzeni sonra değiştirirsiniz, önce iklimi kurtarın söylemine ikna etti. Ancak bu söylemin giderek çöktüğünü görüyoruz. Zira ne diplomasi ne yeşil düzen programları iklimi iyileştirmedi, aksine felaketleri katladı. Dolayısıyla en büyük engel tabii ki nesnel olarak sermaye güçleri, devletler, ordular, sınırlar, çeteler, vb. ancak öznel olarak ise toplumsal hareketlerdeki antikapitalist ve devrimci dinamiklerin zayıflığı, düzen-içi eğilimlerin etkisini korumasıdır. Burjuva siyasetin çözüm olamadığı görüldükçe ezilenler zaten siyaseten uçlara doğru savruluyor ya faşizmin sosyal yörüngesine giriyor ya da devrimcileşiyor. Bir diğer engelin tabii ki bu yeni faşist hareketler olduğunu söyleyebiliriz.
İklim adaleti kavramı, bu tartışmaların neresinde durmalı? Yani iklim krizi karşısında sorumluluğun adil paylaşımı neden bu kadar önemli?
İklim adaleti, son yılların popüler kavramlarından biri oldu. Ancak içeriği doğru ifade edilmediğinde, ezilenler açısından yanlış politik sonuçlara yol açabiliyor. Kısaca şunu söylemek gerekir: bu düzende adaletin kırıntısını sağlayacak bir alan kalmadı. Adalet, ancak demokratik ve sosyalist devrimci dönüşümlerle sağlanabilecek bir toplumsal inşa meselesidir. ABD, AB bloku, Çin, Rusya ve Japonya gibi emperyalist ülkelerde yaşayan işçi sınıfları, elbette tarihsel olarak bu emperyalist yağmadan dolaylı olarak yararlandılar, pay aldılar. Ancak bu ülkelerdeki sömürü ve doğa tahribatı da kesintisiz bir şekilde sürdü. Bugün Trump, üretimi yeniden ABD'ye taşıma baskısı yaparken, şirketlere kârlarından vazgeçmeyi dayatmıyor; aksine, ABD işçi sınıfını Bangladeş işçi sınıfı kadar sömürebilecek koşulları yaratmayı vadediyor. "İstihdam" sihirli sözü ve yeniden orta sınıflaşma beklentisiyle, ABD işçi sınıfının bir kısmı Trump'ın peşine takılabiliyor.
Kapitalizmin çöküş süreci içinde eko-sosyalist süreç nasıl inşa edilebilir?
Kapitalizm çürüyor, ufukta sosyalizmin ışığı beliriyor. Bizim görevimiz, bu ışığı her yüreğe taşıyarak onları birer devrimci hücreye dönüştürmektir.
Kapitalizm çürüyor, ufukta sosyalizmin ışığı beliriyor. Bizim görevimiz, bu ışığı her yüreğe taşıyarak onları birer devrimci hücreye dönüştürmektir. Doğayla uyumlu, ekoloji bilimini sahiplenen bir sosyalizmin inşası için insanlığın tarihsel birikimi mevcuttur. Bu nedenle ekolojik çöküşü de getiren bu çürüyen düzenin iradi bir biçimde, devrimci öznenin örgütlülüğüyle yıkılması ve eş zamanlı olarak yeninin inşasının başlamasını kendi yaşam sürelerimiz içinde görebilmeye kesinlikle emin olmalıyız. Pek çok tartışmada 'yarını bugünden kurmak' şeklinde ifade edilen bugünkü komün, komünal yaşam örnekleri bu inşalar için nüveleri oluşturuyor ve çok kıymetliler. Ancak daha zayıf olduğumuz nokta; yıkıcı gücümüzün inşası, karşımızdaki devasa askeri zor aygıtlarını alaşağı etmenin yolu sınıf savaşını bu düzeyde verecek ideolojik sıkılıkta bir örgütün inşasına bağlı. Aklımızı, enerjimizi bu devrimci mücadele örgütlerinin büyümesine, kitleselleşmesine ayırarak ancak sosyalizme olan inancı büyütebiliriz. Devrimci başarılar, geleceği kazanma duygusunu kitlelere yaydıkça insanlığın nasıl bir kolektif hayal gücüne sahip olduğunun örnekleri de daha fazla ortaya çıkacaktır. Eko-sosyalist süreci, devrimler çağında yeni iklim sistemine ve doğal koşullara uyum süreci olarak düşünebiliriz. Sermaye boyunduruğundan kurtulmuş insan ve canlı refahının sağlandığı, kendini yöneten bir politik toplumun, tüm bir ekonomik altyapıyı söküp baştan planladığı bir süreçtir.
MA / Ömer Güngör